Yaşamda çoğu şeyi seçme hakkımız olmadığı gibi, bazı şeyleri de tek başımıza değiştirmek de olası olmuyor.

Bu yüzden Jean-Jacques Rousseau'nun Toplum Sözleşmesi'nde ilk çiti çakana ve bunu dinleyenlere, uyanlara sitemi şöyleydi: 

"Tarihte ilk kez bir toprak parçasının çevresini çitle çevirip 'Burası benimdir' diyen ve buna inanacak kadar saf olan insanlar bulabilen ilk insan, uygar topluluğunun ilk kurucusu oldu. O zaman biri çıkıyor, çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlar  'Sakın dinlemeyin bu sahtekârı. Meyveler herkesindir. Toprak hiç kimse değil. Ve bunu unutursanız mahvolursunuz' diye bağırsaydı, işte o adam, insan evinde kalacak, güzel suçlardan, güzel savaşlardan, güzel cinayetlerden kurtulacaktı"!..

Artık bunlara hayıflanmanın bir yeri ve anlamı yok, olan olmuştur. 

İşte bu süreçlerin ardından insanlık evrimini tamamlarken, bu kez de bir şeylere inanma  gereksinimini duymuştur ve bugünkü Tek Tanrılı dinler gibi olmasa da, eldeki arkeolojik bulgular ve antropologların doğal ortamda yaşayan topluluklar üzerinde yaptıkları araştırmalarından ortaya çıkardıkları bulgular sayesinde, inanç sistemlerinin/ dinlerin, bundan 40-50 bin yıl önce ortaya çıktığını görülmektedir.

İşte bu süreç de, insanın yerleşik düzene geçmesiyle birlikte güzel yaşama arzusu ve zorunluluğundan, önce aileler, sonra da sülaleler ile başlayan oba, köy gibi yerleşim alanları oluşmaya başladı.

Veee gele gele geldik, şehirlerden kilometrelerce uzaklıkta şehirlerin "mahallesi" olmuş köylere.

Yıllar öncesi bir uyanık ilk çiti çakıp, burası benimdir ile başlayan mülkiyet ve yönetim süreci, yüzlerce yıldan bu yana devlete yani devlet /kamu yönetimlerine geçmiştir.

Devlet, toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal örgütlü bir ulusun ya da uluslar topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık;  yönetim bilimi açısından ise, Toplumun siyasal örgütlenişi ve örgütlerinin tümü,  olarak tanımlanmaktadır.

Bu devlet gücünün yönetilmesi ise halkın "özgür" iradesi ile yapılan seçimler sonucu ortaya çıkan "seçilmişler" aracılığı ile olur. Bu süreç, iktidar sürecidir.  Seçilen iktidar /hükümet ise seçenlerin temsili hakkı ile anayasa, yasa, yönetmelik, yönergeler hazırlayıp yönetim sürecini tanımlar ve yönetir.

İktidar gücü çok önemlidir.  Çünkü, bir ülkenin insan kaynağından tutun da madenini, bütçesini her türlü kaynağını kullanma yetkisidir bu iktidar gücü ve yetkisi.

Bir de hem yerel hem de uluslararası süreci gözleyenler ve yönetmek isteyenler vardır. 

Taaa uzaklardan bir Winston Churchill çıkar der ki:  "Türkiye, Türklere bırakılmayacak kadar önemlidir".

Ülke, kendi içinden de bu gücü yönetmek isteyenlerce de doludur.  Sonuçta OLİGARŞİ denilen yönetmek isteyen güçlerin ittifakı ortaya çıkıyor.

Eğer Fransız Aristokrasisi / Krallığı güç zehirlenmesine girmese, feodalizmin üretim tarzı ile birlikte dünya genelinde tasfiye olduğunu görmezlikten gelmeyip, sanayi toplumu ile oluşan Burjuvazi ile yönetimi paylaşsa, 1789 Fransız Devrimi olmazdı.

Fransız Devrimi, Burjuvazinin feodalizmin tasfiyesi ile ortaya çıkan Sanayi Devrimi sonucunda ortaya çıkan topraksız köylülerin ittifakı sonucunda olmuştur. İktidar, bir güç dengesi ve paylaşımı, Oligarşik bir süreç oluyor.

İktidarı elinde bulunduranlara sözüm yok. Onlar hedeflemişler, yerel ve uluslararası boyutta örgütlenmişler ve sonuç elde etmişlerdir.

Sorun devletin /kamunun kaynaklarını vergileri ile yaratan ve yaşatan, askerlik yaparak, savaşarak topraklarını  koruyanların bilinçsizliğ ve duyarsızlığıdır.

İşte burada da din ve inanç da devreye giriyor. 

Ortaya çıkartılan Din, Mezhep ve Etnik kavgalar da bu süreçlerin sürdürülmesi içindir ve o yüzden körüklenir.

Son zamanlarda ortaçağın cehalet batağına gömülmeye yüz tutmuş ülkemizde,  “YURTTAŞLIK BİLİNCİ”  unutturulmaya, yok edilmeye çalışılırken, Cumhuriyetin nimeti laiklik ve insan haklarının ne kadar önemli olduğu ortadadır.

Bir ülkenin yurttaşı olmanın yanısıra insan olmaktan da kaynaklanan insanların hakları vardır. 

İnsan Hakları bütün dünyada İkinci Dünya Savaşından sonra önemsenmiş ve Evrensel Bildirge de, 10 Aralık 1948'de BM Genel Kurulunda, ülkemizde ise, Bakanlar Kurulu kararıyla 27 Mayıs 1949 yılında Resmi Gazete'de yayımlanarak kabul edilmiştir.

Bu yüzden insan, yurttaş olmak önemlidir ancak, bunu koruyup kollayacak devlet ve süreci yönetecek kamu yönetimleri de önemlidir.

Kamu yönetimi her ne kadar iktidarın yönetiminde, güdümünde olsa da, seçimler halka verilen en büyük güç ve olanaktır.

Bu yüzden yurttaş olmak, yurttaş bilincine sahip olmakla başlar. Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir diyen bir kültürden gelen bir toplumun, kendisi dışındaki çok şeye duyarsız kalmasını anlamak olanaklıdır da, vicdani ve insani değildir.