Çağımızda devlet ve millet

İnsan bazen söze nereden başlaması gerektiğine karar veremiyor. Çünkü söylenen her söze yanıt olabilecek bir durum ve olaylar karşınızda hazırdır; hele bir de o kadar gelişme ve süreçten sonra bütün bunları doğru anlayan, kendi çıkarına anlayan, hatta hiç anlamayan ama çok konuşan o kadar çok kişi vardır ki, gel de çık işin içinden.

Bu yüzden filozof, psikolog, biyolog, sosyolog ve antropolog Herbert Spencer’ın (1820-1903) “Her insan bir dünyadır” sözünü çok severim. Gerçekten de öyle.

Belki de bütün bu dünyadaki iyi ve güzel şeylerin sebebi bu olduğu gibi, yaşanan kötülüklerin de sebebi bu olabilir.

Belki de Jean-Jacques Rousseau’nun 1762 yılında yayımladığı deneme yapıtı Toplum Sözleşmesi’nde:
“Tarihte ilk kez bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘burası benimdir’ diyen ve buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. O zaman biri çıkıp çitleri söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da insanlara ‘sakın dinlemeyin bu sahtekârı, meyveler herkesindir, toprak hiç kimsenin değildir ve bunu unutursanız mahvolursunuz’ diye haykırsaydı; işte o adam insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan, nice cinayetlerden kurtaracaktı.”
Belki de öyle olsaydı yapay zekâyı keşfetmeyecek, aya gitmeyecek, altımızda lüks arabalar ve konforlu konutlarımız olmayacaktı ama en azından bir huzurumuz olacaktı.

Her geçen gün sokağa çıkınca, mutsuz, suratları asık hatta suratsız insanları görünce daha da mutsuz oluyorum. O zaman J. J. Rousseau’nun sözüne nasıl karşı çıkayım ki?

Ama olan olmuştur.

Bilimsel araştırmalar gösteriyor ki insana benzemese de insanı andıran yaratığın yeryüzünde 50 ile 60 milyon yıldan fazla zamandır görüldüğü biliniyor. Hele hele insana daha çok benzeyen canlının tarihi 15-20 milyon yıl öncesine dayanıyor. “Artık bu insandır” denilenin ise 2,5 milyon yıldan 8 milyon yıla kadar bir tarihi çıkıyor.

Afrika, Asya ve Avrupa’nın değişik yörelerinde bulunan fosil kalıntıları ilk insanların buralarda yaşadığını ve göçün de Afrika’dan başladığını gösteriyor.

İnsanların uygarlaşmış olarak ve topluluklar halinde yaşamaya başladıkları alanlar ise Mezopotamya ve Nil Nehri kıyıları gibi sulak ve verimli toprak alanlarında görülüyor.

İlkel avcı-toplayıcı toplumlardan yerleşik topluma geçiş ise nüfusun artması ve güvenlik sorunundan ortaya çıkıyor. Bu, toplumda ilk olarak göçebe ve yerleşik yaşama geçen çobanlar, çiftçiler, halk ve bu süreçleri yönetenler şeklinde ortaya çıkıyor.

Örneğin Türklerde oba geleneği bunun en somut örneğidir.

Tüm süreçleri yöneten başta bir oba beyi bulunur. Oğul ya da yakınlarından biri ailenin tüm organizasyonundan sorumlu olur. Nüfus arttıkça avcı-toplayıcılık yeterli olmayınca tarım toplumuna geçmek zorunlu olur ama yaşamın temeli hayvancılık; buna bağlı olarak konar-göçerlik vazgeçilmezdir.

Yine oba beyinin bir oğlu ya da yakını yerleşik tarım toplumuna geçen manavların başı olur ve oba geleneği sürdürülür.

Koyun, keçi, sığır, deve, at, eşek, katır gibi obanın sahip olduğu hayvanların organizasyonu ise oba beyinin bir oğlu ya da yakınınca derlenir, toparlanır.

Her üç topluluk ise oba beyinin denetimi ve gözetimi altındadır.

Özellikle tarım toplumuna geçişle birlikte mülkiyet kavramı ortaya çıkar. Zamanla üretilen hayvansal ve tarımsal ürünlerin eşit paylaşılmamasından dolayı toplumsal katmanlar, zamanla da sınıflar ortaya çıkmıştır.

Gerek iç gerekse dış çevrede oluşacak paylaşım ve güvenlik konusu, kurumsal ve organize bir yapıya, devlete gereksinim doğurmuştur.

Devlet, adil üretim ve paylaşımı planladığı gibi, bunların kayıt altına alınmasında da önemli olmuştur. Belki de ilk yazıya bu konularda gerek duyulmuştur.

Üretilenlerin, mülkiyetin paylaşımı ve korunması zamanla adil bir sürece, hukuk sürecine gereksinim yaratmıştır.

Her toplum kendi huzur ve güvenliği için adil süreçlere gereksinim duyduğu gibi, toplumu bir arada tutacak inançlara da gereksinim duyar.

Nüfus artışı, organizasyonların büyümesi; ailelerin, obaların, dahası toplulukların zamanla da toplumların devlet gibi bir kurumsal yapıya gereksinim duymasını sağlar ve ortaya Antik Çağ’da mülk sahiplerinin yaşadıkları kentin ve mülkiyetlerinin korunması ihtiyacı için şehir devletleri çıkar.

Bu süreçler Türk topluluklarında beylik ve oba olarak ortaya çıkmış ve zamanla devlete evrilmiştir.

Bu süreçler ilk başta kurumsal devlet yapıları ortaya çıkana kadar gelenek ve göreneklerle yürütülse de zamanla hukuk ve yasalara gereksinim duyulmuş; bunun sonucunda da devletin otoritesi ortaya çıkmıştır. Devletin yurttaşları da bu otoritenin belirlediği kuralları benimseyip huzur ve güven ortamını sağlarlar.

Zamanla da bu kurumsal yapıyı, devleti yönetecek bir güce ve otoriteye gereksinim duyulur ki bu da hükûmet olarak ortaya çıkar.

Devlet; yapısı, toprakları, insanı, yasası ve kurumlarıyla bütündür. Hükûmet ise sadece devletin sahip olduklarını adil olarak yönetecek bir organdır.

Devletler çok uzun süreli bir yaşam tanımlarken, hükûmetler ise otoritenin (yurttaşlar ya da egemen güç) belirlediği sürelerde yaşama hakkına sahiptirler.

Tarih içinde şehir devletlerini, devletleri ve imparatorlukları görürken; özellikle Sanayi Devrimi ve 1789 Fransız İhtilalinden sonra güç ve egemenliğin kaynağını ulusal yapılardan alan, merkezi siyasi ve toplumsal örgütlenme olan ulus devletler ortaya çıkmıştır.

Özellikle çok geniş coğrafyalarda ve çok çeşitli insan toplulukları üzerinde kurulmuş Osmanlı İmparatorluğu gibi bir yapıdan ve bir emperyalist parçalanma ve talan süreci sonucunda kurulan Türkiye Cumhuriyeti gibi devletler açısından; Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği devlet ve millet tanımı, bugün bile tüm dünyada örnek alınmaktadır.

Anadolu halkı deyimi ile “72 milletin” yaşadığı bu topraklarda elbette Türk unsurlar baskın ve sayıca çoktur. Tarihi kaynaklarda bu topraklar çağlardan bu yana Türkiye diye anılmaktadır. Atatürk’ün bu ülke için çizdiği millet tanımı çok iyi anlaşılmalı ve günümüz emperyalist güçlerinin belirgin olduğu bir ortamda, devletimizin ve milletimizin bekası için bir kez daha bu devletin millet tanımını vurgulamalıyız.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkına Türk milleti denir.

Yugoslavya, Çekoslovakya, Rusya ve Orta Doğu’daki devletleri göz önüne alırsak bu tanımın ne kadar muhteşem, huzur ve güven içerdiğini çok iyi anlarız.

O yüzden, devlet ve millet olmanın önemini herkes anlasa iyi olur.